gün
Almanya’nın noel pazarlarının methini çok duydum. Bu pazarlar içinde büyüklük ve canlılık açısından Köln’dekiler hep ilk üçte sayılıyordu. Ben de geçen kıştan beri hayalini kurduğum Köln seyahatini bu sene, hazır kurumsal hayata ara vermişken gerçekleştirmeye karar veriyorum. Kızkardeşimi de seyahate ikna ediyorum. AJet yurtdışı kampanyasından uygun fiyata biletlerimizi alıyoruz ve Köln’e uçuyoruz.
Herhangi bir yere seyahat etmeden önce temel birkaç şeyi not ederim ancak gerisini akışa bırakırım. Hesaplı kitaplı gezmek üzerimde gereksiz bir gerginlik yaratır. Köln’e de aynı rahatlıkla hazırlanıyorum. Sadece Köln doğumlu yazarlar, sanatçılar kimler diye bakıyorum. Karşıma çıkan ilk isim Nobel ödüllü yazar Heinrich Böll oluyor ve araştırmayı burada bırakıyorum. Zira Heinrich Böll yeterince kuşatıcı görünüyor. Yazarın birkaç kitabını amazondan sipariş ediyorum ve okudukça nasıl oldu da bunca yıl Heinrich Böll’ü ıskaladım diye vahlanıyorum. Karşımda anıtsal bir edebiyat duruyor ve ben geçen kış okuduğum Karamazov Kardeşler’den beri almadığım edebi tadı Böll’ün satırlarında buluyorum.
Heinrich Böll, 1917’de Köln’de doğuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaşıyor, pek çok kez yaralanıyor, esir düşüyor. İlk öyküleri savaştan sonra yayımlanmaya başlıyor ve birçok ödüle layık görülüyor. Böll’ün edebiyatında beni etkileyen nedir diye düşündüğümde ilk söyleyebileceğim yarattığı dünyanın sahiciliği olur. Yazar öyle bir atmosfer kuruyorki o zamanın ve mekanın içine gönüllü hapsoluyorsunuz. Her sahneyi, gökyüzünün rengini, karakterlerin yüz ifadesini net biçimde görüyor, neredeyse havanın bile kokusunu alıyorsunuz. Böylesine kanlı canlı, yaşayan edebiyatı nasıl da özlemişim.
Heinrich Böll’den ilk okuduğum Trenin Tam Saatiydi savaşmak istemeyen bir askerin son yolculuğunu anlatıyor. Muhalif, insancıl, bir o kadar da umutsuz Andreas’ı. Alman ordusunun gerilemeye başladığı günlerde Almanya’dan Lviv’e, oradan Polonya’ya yol alan trende bir kışla dolusu askerin duyguları, geride bıraktıkları, anda yaşadıkları. Soğukta, yoklukta, ne için savaştıklarını kah bilerek kah bilmeden varoluşları. Kitap yetkin edebiyatın insanı silkelemesinin, diriltmesinin iyi bir örneği.
Heinrich Böll’ün güçlü dilini yanıma alarak çıktığım uçak yolculuğu oldukça iyi geçiyor ve Köln’e iniyoruz. İner inmez soğuk ve rüzgarlı bir hava bizi karşılıyor. Almanya soğuktur demişlerdi ama bu kadarını hayal etmemiştim. Uçaktan trene, trenden taksiye binerek vardığımız otelimize giriş yapıyoruz. Bavullarımızı yerleştirip daha kalın giyinerek Köln sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Bir şehir elbette en iyi yürüyerek keşfedilir. Biz de, hesaplamamıza göre otelden on beş dakika mesafede olan merkeze, Köln Katedrali’ne doğru ilerliyoruz. Karnımız çok acıktığı için bir yandan da yemek yiyeceğimiz mekan arayışındayız. Bir sokağın köşesinde karşımıza çok tatlı bir İtalyan restoranı çıkıyor: Lucca. Hiç düşünmeden giriyoruz ancak içerisi neredeyse dolu ve rezervasyonsuz kabul etmiyorlar. Ancak Türk olduklarını hemen anladığımız garsonlardan rica ediyoruz ve hızlıca yiyip kalkacağımızın garantisini vererek oturuyoruz. İyi ki oturmuşuz çünkü müthiş lezzetli pizzası ve kölsch dedikleri yumuşak içimli birası bizi kendimize getiriyor. Dar zamanlarda insanın şansı yaver gidebiliyor. Isınmış ve tok vaziyette yürümeye devam ediyoruz.
Biraz ileride Köln Katedrali bütün ihtişamıyla bizi karşılıyor. Boyutu, rengi, gotik yapısı karşısında insan huşu duyuyor. Katedrali dışarıdan görmek daha etkileyici olsa da içine girmek için sıraya geçiyoruz. Katedral vitrayları, ikonaları, revaklarıyla başlı başına Köln’e gelme nedeni olabilir. Yapımına 1248 yılında başlanan ancak maddi sıkıntılardan ve imkansızlıklardan dolayı bir türlü bitirilemeyen Köln Katedrali’nin hizmete açılması tam 632 yıl sürüyor. Katedral katoliklerin Kuzey Avrupa’daki en büyük ibadethanesi. Aynı zamanda Almanya’nın ikinci, dünyanın üçüncü büyük kilisesi. Biz de ağır ağır geziyor, birkaç fotoğraf çekiyoruz. Tarihini, geçirdiği süreci iyi anlamak için biraz daha okuma yapmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Şehirde birden çok Christmas market var. Biz öncelikle Katedralin hemen önünde kurulana giriyoruz. Market soğuk havaya rağmen oldukça kalabalık; aileler, genç-ihtiyar herkes ellerinde sıcak şarap birbirleriyle sohbet ediyor. Ahşap küçük kulübelerde çeşit çeşit yiyecek, hediyelik eşya satılıyor. Alanda küçük, sevimli bir dönme dolap ve buz pateni pisti de bulunuyor. Çocuklar başlarında bereleri gönlünce eğleniyor. Ortalık tam anlamıyla bir bayram yeri. Herkesin yüzü gülüyor. Biz de yoğun baharatlı glühweinlerimizi yudumlayıp bir köşede etrafı izliyoruz.
gün
Köln’de hava geç aydınlanıyor. Önceki günün yorgunluğundan olsa gerek çok erken çıkamıyoruz odadan. Öncelikle kahvaltı edeceğimiz güzel bir mekan arıyoruz. Almanların çörek ve sandviç dışında kahvaltı için pek alternatifi yok. Biz de kruvasan yiyip kahve içebileceğimiz güzel bir Fransız cafesi buluyoruz. Tereyağlı ve reçelli klasik Fransız kahvaltısı sipariş ederek cam kenarında caddeyi görebileceğimiz bir masaya oturuyoruz. Biz oturduktan sonra kasada uzun bir kuyruk oluşuyor, her gittiğimiz yere bereket getiriyoruz galiba.
Kahvaltı faslı bitince Köln’ün en büyük çağdaş sanat müzesine doğru yürüyoruz. Ludwig Müzesi üç kata yayılan süreli ve koleksiyon sergileriyle dikkat çekiyor. Özellikle Picasso’nun ve Andy Warhol’un yapıtlarını görmek için sabırsızlanıyorum. Zira müze Avrupa’nın en zengin Pop Art koleksiyonuna ve dünyanın üçüncü en zengin Picasso koleksiyonuna sahip. Müzeye giriş 13 euro, biletimizi alıp giriyoruz. İlk kat Şubat 2025’e kadar devam edecek Fluxus ve Ötesi sergisine ayrılmış. Sergi 1960’lardan günümüze hala etkisini sürdüren fluxus akımına yeni bir bakış getiriyor. Fluxus’un öncü ve devrimci özünü hatırlatma amacıyla ilk bölüm Paris’e ve NewYork’a ayrılmış. İkinci ve üçüncü bölümde ise odakta Köln ile birlikte Ursula Burghardt ve Benjamin Patterson yer alıyor. Bu iki isim dönemin yapısal ve toplumsal koşulları nedeniyle beyaz-erkek sanatçıların yanında daha az ilgi gören isimler. Dolayısıyla sergi gölgede kalan Burghardt’a ve Patterson’a bir tür iade-i itibar vazifesi görüyor.


1960’larda Köln Batı Ren bölgesinin canlı bir sanat merkezi konumunda. Uluslararası pek çok sanatçının buluşma noktası. Sergiye konu olan Burghardt ve Patterson sanatsal üretimlerinin bir durağı olarak Köln’de bulundukları sırada tanışırlar. Patterson, Yeni Müzik hareketi ile bağlantılı olan, özellikle John Cage’den etkilenen müzikal konseptlerle Fluxus’un doğuşunda yer alır. 1962’de Uluslararası En Yeni Müzik Festivali’ni düzenler. Ursula Burghardt ise doğrudan Fluxus çevresinin bir parçası olmasa da sanatçılarla iletişim halindedir. Özellikle 1965’ten sonra gündelik nesneleri metal ve kumaşlarla yeniden yaratmaya başlar. Burghardt’ın alüminyum folyodan ürettiği Beethoven’ın Evi işini çok beğeniyorum. Bir tür yabancılaşma hissi veren iş, insanın yıkıcı ve yaratıcı gücüne inancımı tazeliyor.


1976'da koleksiyoncu çift Peter ve Irene Ludwig’in sanat koleksiyonlarını Berlin'den Köln’e bağışlamasıyla Ludwig müzesinin temelleri atılıyor. Mimarlar Peter Busmann ve Godfried Haberer tarafından tasarlanan müze binası 1986 yılında açılıyor. Peter ve Irene Ludwig’in koleksiyonunda çok sayıda 1960'lar ve 1970'ler Pop Art eseri yer alıyor. Bugün Ludwig Müzesi'nin Amerikan Pop Sanatı koleksiyonu, ABD dışındaki en büyük koleksiyon olarak kabul ediliyor. Andy Warhol’un yanı sıra Roy Lichtenstein, Claes Oldenburg , James Rosenquist, Robert Rauschenberg ve Jasper Johns'un çok sayıda önemli eseri de müzede sergileniyor.


Ludwig Müzesi'nin koleksiyonunu Pablo Picasso'nun eserlerinden bahsetmeden yeterince anlatmak mümkün değil. Picasso’nun müzede bulunan eserleri arasında yalnızca Harlequin (1923) veya Enginarlı Kadın (1941) gibi tablolar değil, aynı zamanda Bebek Arabalı Kadın (1950) veya Bebek Arabalı Kadın'ın (1950) orijinal alçıları gibi çok sayıda seramik ve heykel de yer alıyor. Hem Warhol’un hem de Picasso’nun eserlerini dünya gözüyle yakından görmenin mutluluğu içindeyim. Sanat tarihinin farklı dönemlerine damga vuran sanat akımlarının en önemli temsilcilerini görmek, estetik bakışımın netliğini sağlamak gibi geliyor.


Müze gezimizi tamamladıktan sonra Köln’ün hipster bölgesi olarak anılan Ehrenfeld’e gitmek üzere yürümeye koyuluyoruz. Mahalleye yaklaştıkça ikinci el dükkanlar, kebapçılar, küçük ve şirin cafeler boy göstermeye başlıyor. Cumartesi olmasına rağmen etrafın sakinliğine şaşırıyoruz. Keşke dilimizi ısırsaydık zira sessizlik birdenbire bozuluyor. Korna sesleri eşliğinde geçen araba konvoyu caddeyi baştan başa domine ediyor: Bizim çılgın Türkler. Bangır bangır Ferdi değil ama yüksek sesli bir müziğin yanı sıra korna çalarak, yaklaşık sekiz-on araba caddeden geçiyor. Almanlar alışmış olsa gerek pek oralı olmuyorlar. Bizimkiler neden böyle diye giriştiğimiz sorgulamayı kısa keserek kardeşimin listesinde olan burgerci Karl Hermann’s’a gidiyoruz. Burgerler gerçekten lezzetli çıkıyor, patates kızartması da çok iyi. Kaliteli bir yemek yemenin keyfini çıkarıyoruz.
Yemekten sonra Körnerstrasse’ye doğru ilerliyoruz. Yol üstünde rastladığımız birkaç ikinci el mağazaya giriyoruz. Fiyatlar biraz yüksek geliyor ama bakmak bedava. Tezgahları epeyce karıştırıyorum, birkaç fotoğraf çekiyorum. Aklım inek desenli siyah bootiede kalsa da yorgunluk iyiden iyiye baş gösteriyor. Kendimizi neredeyse sürükleyerek Van Dyck isimli kahveciye giriyoruz. Sıcak bir Americano her şeyi hallediyor. Havanın çoktan karardığı şehirde ışıklar bir bir yanmaya başlıyor. Köln’de yeni yıl ruhu yeniden her yeri sarıyor.

