Alman dilinin konuşulduğu bütün kentler arasında Viyana en önde geleni, en kıdemlisi. Ve bu bin sekiz yüz yıldır Viyana, bir kentin yerine getirmesi gereken en yüce göreve en sadık kalmıştır. Bu, kültürü yaratmak ve onu her daim korumak görevidir.
Viyana hep, sınırları Almanya’dan çok daha ötelere, doğuya ve batıya, güneye ve kuzeye, Belçika’ya, Floransa ve Venedik’e, Bohemya ve Macaristan’a, daha ötelere, ta Balkan topraklarına kadar uzanan bir dünya imparatorluğunun başkenti olmuştu. Tarihini ve gelişmesini, Avrupa’nın en güçlü hanedanlığı sayılan Habsburg ailesi belirlemişti. Habsburglar geliştikçe bu kent de büyümüş ve güzelleşmişti. Avrupa tarihi Viyana’nın Hofburg Sarayı’nda yazılmıştı.*
Bu adam bir rehber, muhtemelen Mozart’in izinde şehir turu yaptırıyor. Kostümü ve peruğu bizi on sekizinci yüzyıla götürüyor. Mozart aslen Salzburglu ama on yedi yaşında arayış içinde Salzburg’tan çıkıyor. İtalya’ya, Paris’e, Münih’e gidiyor. 1781’de maddi güvencesinin az, ününün çok olduğu Viyana’ya yerleşiyor. En ünlü senfonilerini, konçertolarını ve operalarını burada besteliyor.
Bakmayı ve çekmeyi en sevdiğim fotoğraflar ciddiyetle, tek tek inceleyerek, okuyarak, elinde broşürle müze gezenlerin fotoğrafları. Avrupa’da bütün müzelerde olduğu gibi Leopold Müzesi’nde de benzer deneyimi yaşadım. İnsanlar sessizce, saygıyla bakıyorlar eserlere. Birbirlerine müsade ediyorlar, resimlere yaklaşırken fotoğraf çekecekleri bekliyorlar. Müzenin tasarımından mı bilmiyorum, ilk defa bir müze gezisinde yorulmuyorum, hatta içeride daha fazla kalmak istiyorum.
Leopold Müzesi’nde Egon Schiele’nin son yıllarına odaklanan sergiyi geziyoruz. 1914’ten 1918’e kadar olan geç dönem çalışmaları bir kopuşu imliyor. Schiele artık daha gerçekçi, çizgileri daha organik ve akıcı. Böyle olmasında Birinci Dünya Savaşı’nın etkisi yadsınamaz elbette. Ressam, kız kardeşi Gertrude Schiele’ye yazdığı 23 Kasım 1914 tarihli mektubunda şöyle diyor:
“Dünyanın gördüğü en muazzam zamanda yaşıyoruz. […] herkes kendi kaderiyle yüzleşmeli, yaşamak ya da ölmek […] – 1914'ten öncekiler başka bir dünyaya aitti – bu yüzden biz her zaman geleceğe bakmalıyız."
Viyana yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren moderniteye doğru ilerler. Tuna Nehri kenarındaki şehirde bir moderne yakışacak kadar zıtlık bir aradadır. Aristokrasi ve liberal entelektüeller, Ringstrasse ve bitmek bilmeyen gecekondu mahalleleri, antisemitizm ve Siyonizm, katı muhafazakarlık ve modernite estetik çoğulculuğu karakterize eder ve o zamanın Viyana'sını bir yaratıcı laboratuvar haline getirir. İşte bu modernleşme hareketinin öncüsü Gustav Klimt ve geç dönem anıtsal eseri Ölüm ve Yaşam. İnsanın yaşam döngüsünün cesur bir kompozisyonu.
Phil kitabevi-cafedeyiz. Oldukça geniş bir mekan. Kitap seçkisi özenli, sanat ve sanatçı kitapları ağırlıkta. Sessizce oturup kitap okumak isterseniz sote köşeler, sosyalleşmek için orta alan mevcut. Cıvıl cıvıl gençler kahve içip sohbet ediyorlar. Soundcheck isimli derleme bir kitap dikkatimi çekiyor. Rock, blues, jazz hakkında ünlü yazarlardan hikayeler içeriyor. Fikir de kitap tasarımı da çok güzel. Bir de Thomas Bernhard’dan Wittgenstein’ın Yeğeni’nin İngilizce baskısını görüyorum. Bernhard Viyana’yı sevmese de Viyana onu seviyor.
Seyahat için gittiğim bir şehirde iki şey bulursam içim rahat eder. Biri en az bir bağımsız kitabevi diğeri de vintage store. Viyana’da hiç beklemediğim bir cadde üzerinde rastlıyorum bu pop-up etkinliğe. İçeride renklerine göre asılmış tiril tiril elbiseler, gömlekler. Benim de evde kitaplarım sırt renklerine göre dizili. Bütün askılara tek tek bakıyorum. Fiyatlar makul. Kendime siyah saten, zincir askılı bir çanta beğeniyorum, fiyatı on euro. Kasaya bakan kız ceketimin dikiş detaylarını çok beğendiğini söylüyor. Merci diyorum, bu da vintage.
Stefan Zweig tam bir kültür sevdalısı. Viyana’nın ayrı bir yeri var onda. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren Viyana kültür-sanat için çok bereketli bir coğrafya. Bilmeyenlerin dışarıdan burnu büyüklük olarak gördüğü tutum ve davranışlar, aslında Viyanalıların sanatı kendilerinden üstün tutmalarından kaynaklanıyor. Viyana çoğu zaman siyasi ve askeri başarılara ket vurmak pahasına müziğe, tiyatroya aşırı ilgi gösteriyor ancak bu dönemin karakteristik bir özelliği. Viyana’da politikacılardan halka, ayırt etmeksizin herkes, sanattan payını alıyor.
“Viyanalı sabah gazetesini açtığında ilk baktığı sayfa ülke veya dünya politikası değildir. O hemen kent opera ve operetlerinde o gün ne oynanacağını bilmek ister… Operada, Burg Tiyatrosu’nda her sınıftan Viyanalı görülür. Aristokratlar da, burjuva da, gençler de oturur koltuklarda. Onlar oluşturur büyük Viyana toplumunu. Bu salonlarda olup bitenler herkesi ilgilendirir, çünkü oralar herkesindir.”
*Stefan Zweig, Yolculuklar, Everest Yayınları