Geçen Eylül ayından Nisan ayına kadar İrem Çağıl’ın dişi beden yol kitap kulübündeydim. Ayda iki kez yaptığımız online buluşmaların her birinde farklı bir kitabı okuduk, tartıştık. Oldukça verimli geçen oturumlardan çok şey öğrendim. Ancak benim için daha da önemlisi akıllı, sözü ve duruşu olan kadınlarla bir arada olmaktı. Kitap kulübü ülkemin kadınlarına dair umudumu güçlendirdi. Yedi ay sonra kulüp bir yürüyüşe dönüştü. Daha doğrusu belki İrem başından beri bunu tasarlıyordu da fikren bizi yürüyüşe hazırladı. Camino duyurusu yapılır yapılmaz katılmaya karar verdim. Sanki bütün sene bunu beklemiştim. Yürüyüş deneyimi olmayan, aksine bütün sene evde kitap ve yazı aleminin dışına çıkmamış biri olarak oldukça hamdım. Yine de idmansızlığımı hiç kafaya takmadım. Sadece tek başıma evden çıkmak, bedenimin limitlerini farketmek, zihni açık kadınlarla bir arada olmak istiyordum. Programı inceledim, yürüyüş ekipmanlarımı hazırladım, uçak biletlerimi aldım. Heyecanla yola çıkacağım günü beklemeye başladım.
3 Mayıs
Gece yarısı sırt çantam ve rahat kıyafetlerimle evden çıktım. Uzun ve aktarmalı uçak yolculukları beni bekliyordu. Ankara’da olmak maalesef birçok Avrupa ülkesine aktarmalı uçmak demek. Ancak sızlanmayıp bunu bir fırsat olarak gördüm. İlk defa bir başıma aktarmalı uçacak, pasaport kontrollerinden geçecek, kısacası her şeyi kendim becerecektim. Nitekim önce Belgrad’a, ordan da Madrid’e uykusuz ama keyifli bir yolculuk geçirdim. Belgrad havalimanında kahve ve kruvasandan oluşan kahvaltımı yaptım. Rötar yapan uçağı sakince bekledim. Dört saat süren Madrid uçuşunda, yanıma aldığım Luis Sepulveda’nın Patagonya Ekspresi’ni okudum. Öğlene doğru nihayet Madrid’teydim.
Grubumuzdan Evrim ile aynı uçakta olduğumuzu biliyordum ancak inince tanışabildik. Sonra da grupla buluşmak için havaalanındaki kafeye gittik. Yıl boyunca zoomdan gördüğüm ve konuştuğum İrem ve Seçil ile buluşmak, diğer kadınlarla tanışmak çok heyecanlıydı. Herkesin yüzünde yorgun ama güleç bir ifade vardı. Bir masa etrafında oturduk, konuştuk. İrem ve Seçil’in bizler için hazırladığı, üzerinde ismimizin yazdığı tişörtleri, öğle pikniklerimiz için çelik çatal-bıçak setlerimizi ve hacı pasaportlarımızı aldık, fotoğraflar çekildik. Grubun geri kalanı da uçakları indikçe bize katıldılar.


Herkes tamam olduğunda yürüyüşümüzün başlayacağı Ponferrada şehrine gitmek üzere otobüse bindik. Beş saat yolculuk daha bizi bekliyordu. Neyse ki otobüs konforluydu, üstelik koltuğum en öndeydi. Yanımda oturan Nurcan ile yol boyunca konuştuk. Nurcan İrlanda’da oğluyla yaşıyor. Dublin’den, İrlanda’nın okul sisteminden, ailelerimizden bahsettik. Yavaş yavaş kaynaşmaya başlıyorduk.
Saat 9’da Ponferrada’daydık. Hostelimize yerleşmek üzere on-on beş dakika yürüdük. Hostelde altı kişilik odalarda ranza sistemi vardı. Üst kata uyku tulumumu atarak yerleştim. Grubumuzdan bazıları duş almayı bazıları uyumayı tercih etti. Ancak benim karnım zil çalıyordu. Evrim de çok acıktığını söyleyince yiyecek bir şeyler bulmak üzere dışarı çıkmaya karar verdik. Görebildiğimiz herkese yemeye gelmek isteyip istemediklerini sorduk ama herkes çok yorgundu. Böylece iki kişi Ponferrada sokaklarında gece saat 11’de açık bir restoran aramaya başladık. Bulabildiğimiz tek yer Çin Lokantası oldu. E hadi diyerek oturduk. İçerisi oldukça sıcak ve kalabalıktı. Şehirde her yer kapalıyken buranın canlılığı bizi hayrete düşürdü. Birer tavuklu çorba ve ortaya sebzeli pilav söyledik. Gayet lezzetli olan yemeğimizi yiyince bir oh çektik. Vakitlice yatabilmek için çok fazla oturmadan hostelin yolunu tuttuk. Zira yarın büyük gündü, yürümeye başlayacaktık.
4 Mayıs
Sabah 7 de uyandık. Hızlıca hazırlanıp kahvaltı salonuna indik. Kahvaltı oldukça çeşitli ve doyurucuydu. Açık büfeden yanımıza birer elma alıp yola koyulduk. Konuşarak, hafif tempoda yürümeye başladık. Sırtımda 7 kilo çanta ile fena yürümüyorum diye düşünüyordum. Ancak keşke dilimi ısırsaymışım. Zira bir süre sonra karşımıza çıkan dik yokuşları görünce moralim çok bozuldu. Yokuş benim kırmızı çizgimdi. Daha görünce asla çıkamayacağıma, mahvolacağıma dair fikir beni ele geçiriyordu. Nitekim yine öyle oldu. Gözümde yokuşun dikliğini öyle büyüttüm ki daha başında nefes nefese kaldım. Kendimi zorlasam da sadece birkaç adım atıyor ve duruyordum. Grup çoktan ilerlemişti. Ben en arkadaydım. Neyse ki Seçil en önde İrem en arkada yürüyecek şekilde konumlandıklarından yalnız değildim. İrem bir yandan nefes alıp verme teknikleri ile ilgili tavsiyeler veriyor, diğer yandan da beni çantamdan itiyordu; bir nevi yokuş kalkış desteği. Böylece biraz ilerledik. Sonra İrem yanında getirdiği batonu bana verdi ve batondan destek alarak yürümemi söyledi. Yönetmeyi pek beceremesem de bir müddet batonla yürümeye çalıştım. Bi yokuş bitiyor, diğeri başlıyordu. Sanki yüzyıldır yokuştaydım. Sonunda kara göründü, düzlüğe çıktık ve ben ilk bulduğum taşa çöktüm. Çok zor oldu ama başarmıştım. Bir sonraki yokuşa kadar rahat nefes alabilirdim.


Kalacağımız hostel için rezervasyonumuz olduğundan ve Seçil konumu bizimle paylaştığından herkes kendi temposuna göre yürüyordu. Nasıl olsa varacağımız nokta aynıydı. Yine de grup birbirinden tamamen kopmuyor, en az ikişer üçer kişi benzer tempoları tutturuyordu. İlk molamızı birlikte verdik. Kimimiz elmasını, muzunu, kimimiz de protein barını yiyerek biraz soluklandık. Matarasında suyu biten gürül gürül akan çeşmeden su doldurdu. Toplu fotoğrafımızı çektirdikten sonra yolumuza devam ettik. Manzara mükemmeldi. Köylerden, yemyeşil tarlalardan, otlayan koyunların yanından geçiyorduk. Hiç bu kadar düzenli, bakımlı köyler görmemiştim. Hayretle ve hayranlıkla yürüyor, gördüğüm renklerin güzelliği karşısında gözlerim bayram ediyordu. Ne de olsa epeydir kire, pasa maruz kalmıştı. Oysa doğada her şey yerli yerinde, olması gereken parlaklıktaydı.
Camino yolu boyunca beş-altı kilometrede bir eski hanlara benzeyen ahşaptan, küçük lokanta ve kafeler bulunuyor. Yürüyenler yorulunca kahve içmek, bir şeyler atıştırmak için buralarda mola veriyordu. Oldukça mütevazi, uygun fiyatlı, şirin yerler. Biz de -tam ayaklarım error vermeye başlamıştı ki- öğle yemeği için lokantalardan birinde durduk. Tavuklu sebzeli bir yemek, ekşi mayalı ekmek ve salatadan oluşan menü hepimize iyi geldi doğrusu, gözlerimiz açıldı. Yirmi iki kadının uzun bir yolu yürüdükten sonra birlikte yemek yemesi muhteşemdi. Birbirimizi henüz tanımasak da aynı tondan konuştuğumuzu farkettim: Saygılı ve içten. Yaşadığımız toplumda uzun zamadır unuttuğumuz bu değerli ilişkilenme biçimine hasret kalmıştım.
Yemekten sonra yürüyecek 14 km daha vardı. Bu ilk gün -hem çevreye hem de gruba uyumlanmak için- müzik ya da podcast dinlemeden, etrafı izleyerek, kızlarla konuşarak yürüyordum. Hayatta neler yaptıklarını, caminoya karar verme motivasyonlarını merak ediyordum. Hem biraz da bunun için çıkmamış mıydım yola. Aynı kültürde yetişmiş ama Türkiye’nin ve dünyanın farklı şehirlerinde yaşamını sürdüren kadınların serüvenlerini, bakış açılarını dinlemek için. Her biri evlerinden çıkıp İspanya’nın kuzeyine yürümeye gelmiş bu kadınların biricikliğini ve ortaklığını görmek için. Dolayısıyla keyfim yerindeydi, ilk gün benim için olması gerektiği gibi devam ediyordu.


Ve yağmur başladı. Önce çok güzeldi; hava bulutlanmış, orman yolu olağanüstü bir hale bürünmüştü. Yağmur usul usul çiseliyor, ağaçlardan, topraktan mis gibi bir koku yayılıyordu. Yürümek giderek meditatif bir hal alıyordu. Ancak yaklaşık bir saat sonra şiddetini artırdı. Yağmurluklarımızı giydik, çantalarımıza koruma kılıflarını taktık. Tek bir sorunumuz vardı: Ayakkabılarımız. Çoğumuzun ayakkabısı su geçirmez değildi ve yağmur bu şekilde yağarsa durumumuz vahimdi. Nitekim korktuğumuz başımıza geldi, ayakkabılarımız cılk su oldu. Üstelik hala yolumuz vardı ve çok yorulmuştuk.
Kendimi sürükleyerek, yorgunluktan ve sinirden ağlayacak kıvamda, bedensel ve ruhsal sınırıma dayanmış halde hostele vardım. Birçok kişi daha erken gelmiş ve bana ranzanın üst katı kalmıştı. Her tarafım sırılsıklamdı ve dirhem gücüm yoktu. Bütün ıslaklarımı bir köşeye koyup hızlıca sıcak bir duş aldım. Uyku tulumumun içine girip ısınmaya çalıştım. Ancak bir türlü ısınamıyordum. Halimi gören Dilber -sağolsun-bana kuruyemiş ve Parol verdi. Yemişleri yiyip ilacı içtim ve tekrar tuluma girdim. Biraz sonra titremem durmuştu. Evrim mesajına cevap vermeyince merak etmiş, yanıma gelmişti. Akşam yemeği için restorana inmeyi teklif ediyordu, en azından sıcak bir çorba içerek kendimize gelirdik. Uslu bir çocuk gibi onu dinledim ve aşağıya indim. Ancak talihsizlikler peşimizi bırakmadı. Geç kalmıştık, restoranın yemek servisi bitmişti. Halimize dayanamayan Selen yan masadan biraz patates kızartması, İrem de birer kadeh şarap uzattı. Şarap iyi geldi, öğünü kurtardı.
Fakat gün bitmemişti çünkü daha sırılsıklam ayakkabılarımızı kurutma işi bizi bekliyordu. Hostelde sadece bir tane saç kurutma makinesi vardı. Bu nedenle ayakkabıları ıslak olanlar cayır cayır yanan peteğin yanına konuşlandık. Bir yandan sırayla makineyi ayakkabıların içine tutuyor, diğer yandan da ayakkabıların tabanlarını çıkarıp peteğe asıyorduk. İşi biten yatmaya gidiyordu. Böyle bir saat geçirdim. Sonunda ben de ayakkabılarımı peteğin önüne yerleştirerek yatağın yolunu tuttum. İlk günün zorlu sınavını vermiştik. Bakalım önümüzdeki günler bize neler getirecekti…

