Ankara’da her hafta dört bit pazarı kuruluyor. Ayrancı’da her çarşamba, Ulus’ta ise haftanın üç günü, cuma-cumartesi-pazar. Bunlar antika pazarlarından farklı, tam bit pazarları. Kıyafet, ayakkabı, küçük ev aletleri, cep telefonları, çatal-bıçak, oyuncak ne ararsanız var, üstelik çok ucuz. Elbette epeyce kullanılmış, çoğu tamire muhtaç eşyalar bunlar. Eğer şanslıysanız ve iyi bir göze sahipseniz neredeyse yeni gibi, iyi parçalar da bulabilirsiniz. Geçen hafta bu bit pazarlarını gezmeye gittim ve dişime göre birkaç parça buldum.
Çarşamba günü Ayrancı’daydım. Oldukça soğuk ve karlı bir gündü. Dolayısıyla tezgahların bir kısmı açmamıştı. Var olan tezgahların sahipleri de çay içerek ısınmaya çalışıyorlardı. Gözlemeci, poğaçacı, salepçi her şey yerli yerindeydi. Pazara giysi tezgahlarının yoğun olduğu ortadan girdim. Karmaşık yığınları adet olduğu üzere iyice karıştırdım. İnce penyeler, kazaklar ve kot pantolonlar çoğunluktaydı. Tezgahı hallaç pamuğu gibi atmama rağmen kendime göre bir şey bulamadım ve gezmeye devam ettim. Bibloların, ufak tefek ıvır zıvırın olduğu tezgahları detaylıca inceledim. Fakat çeşit umduğumdan azdı, olanlar da işe yaramazdı.

Tam umudumu yitirmeye başlamıştım ki beni kendime getirecek tezgahla göz göze geldim: Kitap tezgahı. Emekli öğretmen olduğunu söyleyen tezgahın sahibine birkaç kitabın fiyatını sorduktan sonra artan kitap fiyatları üzerine bir sohbet başlattı. Ben de bir yandan konuşup diğer yandan kitapları süzmeye devam ettim. Tezgahta bulunan çok sayıda kitabın arasından ciltli bir çocuk kitabı dikkatimi çekti. Kitap, Lemony Snicket’in Talihsiz Serüvenler Dizisi’nin ikinci cildi Sürüngen Odası’ydı. Kapak resmi, tasarımı çok güzeldi. Kitabın kahramanlarının soyadlarının Baudelaire olması bile harika olsa da, arka kapağından okuduğum kadarıyla konusu da hayli ilginçti. Kitabın tanıtımı “bu kitabı basit ve neşeli bir masal okuma umuduyla eline almışsan, tamamen yanlış bir kitap seçtiğini üzülerek söylemek zorundayım” cümlesiyle başlıyordu. Kitapta anne ve babalarını bir yangında kaybeden üç kardeşin başından geçen tuhaf ve talihsiz olaylar anlatılıyordu. Tezgahta serinin birkaç kitabı daha vardı. Başlangıç için ilk kitap olan Kötü Günler Başlarken ile Sürüngen Odası’nı almaya karar verdim. Satıcı çok iyi bir seçim yaptığımı, fiyatın ne kadar makul olduğunu akıllı telefonundan kitabın yeni baskısının fiyatını göstererek kanıtlamaya girişti. Birlikte yükselen kitap fiyatlarına şaşırdığımız alışverişim böylece sona erdi.
Anahtarlık, güneş gözlüğü, dolma kalem vb. satan ve başında çok sayıda gencin canla başla rozet seçtiği tezgaha doğru yöneldim. Dolma kalemlere baktığımı gören satıcı, tezgahın arkasında muhafaza ettiği diğer dolma kalemleri de görmek isteyip istemediğimi sordu. Cevabımı beklemeden hepsini önüme seriverdi. Oysa ben sadece bakıyordum. Tam teşekkür ederek uzaklaşacaktım ki mesleğimi sordu. Yazarım deyince kalem sevdamın nedenini anlamanın verdiği rahatlık yüzüne yansıdı. Ancak kalemlerle pek de ilgilenmediğimi farkedince bu defa tezgahında bulunan iki kitabı gösterdi. Kitaplardan biri Proust’un Swanların Tarafı, diğeri Tanpınar’ın Beş Şehir’i idi. Beş Şehir’i görünce gözlerim parladı. Uzun zamandır okumak istediğim kitabın önüme hiç beklemediğim anda çıkması beni mest etti. Hava iyiden iyiye soğumuştu ve pazarın da tamamını gezmiştim. Star parçam elimde yavaş yavaş evimin yolunu tuttum.
Eve gelir gelmez bir kahve koyup kitabı okumaya başladım. Kitabın dilinin lezzeti ile adeta büyülendim. Benzerini ancak Tanpınar’ın hocası Yahya Kemal’de, Abdülhak Şinasi Hisar’da, Refik Halit Karay’da okuduğum dilin şahikası, ne zamandır unuttuğum edebiyatın gücünü bana yeniden hissettirdi.
Tanpınar birden fazla kez ve farklı görevler için Ankara’da bulunmuş bir yazar. 1927 yılında Ankara Lisesi’nde, ardından 1932’ye kadar sürdüreceği Gazi Terbiye Enstitüsü edebiyat öğretmenliği yapmış. 1942-1946 yılları arasında ise TBMM’nin 6. döneminde Maraş milletvekili olarak tekrar Ankara’da yaşamış. Şehrin Tanpınar üzerindeki tesiri çok derin. Beş Şehir’i yazmasındaki ana motiv Ankara sayfalarında da kendini gösteriyor. Yazar, şehirde eskiye dair kaybolanlarla yeniyi muştulayanlar arasında bir sevgi bağı kurmanın, insanımızı ve yaşamını anlamakta hayati olduğunu söylüyor. Ankara’nın Etiler’den, Frigyalılar’dan, Roma’dan, Selçuklu ve Osmanlı’dan gelen mirası şehirde ele ele yaşamaya devam ediyor. Yazara göre bunu idrak etmek ve birleşimi muhafaza etmek boynumuzun borcu.
Tanpınar ‘ı şehirdeki bütün yapılar içinde en çok etkileyen Ankara Kalesi oluyor. Kalenin şehre her devirdeki hakimiyeti karşısında saygı duyuyor.
“Çankaya sırtları, Çiftlik, Baraj yolları, Etlik, Keçiören bağları, velhasıl nerden bakarsanız bakınız, cam gibi keskin bir ışık altında bu kaleyi, bütün arazi terkiplerini kendisinde topladığı ufka hep aynı sükunetle hakim görürsünüz. Bazen geniş sağrısını rüzgara vermiş bir harp gemisi gibi, zaman ve hadiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal yuvası gibi erişilmesi imkansız yükselir.”
Ankara Kalesi’nin etrafında gerçekleşen birçok tarihi savaşın içinde en önemlisi kuşkusuz Kurtuluş Savaşı. Tanpınar’a göre bu savaş sadece Türk milletinin varlığını yeniden kanıtladığı ve topraklarına sahip çıktığı bir savaş değildir. Aynı zamanda esaret altında yaşayan bütün Doğu milletleri için bir örnek ve yeni bir başlangıçtır. Tanpınar Ankara Kalesi ile Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafı arasında bir özdeşlik kurduğunu söyler ki bence bu hem ilginç hem de çok etkileyicidir.
“Atatürk’ün, hemen herkesin gördüğü, mektep kitaplarına kadar geçmiş bir fotoğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupınar’ın kahramanı, son muharebenin sabahında tek başına, ağzında sigarası, bir tepeye doğru ağır ağır ve düşünceli çıkar. İşte Ankara kalesi muhayyilemde daima ömrünün en güneşli saatine böyle yavaş yavaş çıkan büyük adamla birleşmiştir. Bu şaşırtıcı terkip nasıl oldu? Eğer böyle bir şey lazımsa vatanın her tepesinde aynı şekilde tahayyül ve tasavvur etmem icabeden bir insanla bu kale bende nasıl birleştiler? Bunu hiçbir zaman izah edemem. Bu cins yaklaştırmalar insan muhayyilesinin en sırlı tarafıdır. Bildiğim bir şey varsa, bir gün bu fotoğrafa bakarken Ankara kalesi kendiliğinden gözlerimin önüne geldi ve ben bir daha bu iki hayali birbirinden ayıramadım.”


Cuma günü bu defa Ulus’a gitmek üzere yola çıkıyorum. Hava oldukça güneşli ve temiz, tam gezmelik. Bit pazarı Umut Otopark’ta kuruluyor. Geniş bir alana yayılan pazarda yok yok. Çoğunlukla bir sürü eşyanın yer aldığı karışık tezgahlar. Bu nedenle gezmesi biraz yorucu ama ben belli bir şey aramadığımdan ve vaktim bol olduğundan tezgahları detaylıca geziyorum. Her şey fazla bitli olsa da sabırla gezmekte fayda var diye düşünüyorum. Nitekim tezgahların birinde bir kapı süsü dikkatimi çekiyor. Ağaçtan yuvarlak bir çerçevenin içine oturtulmuş bostan korkuluğu, tam bahara yakışan bir süs. Tozunu alıp bir de ip takarsam çok güzel olur diye düşünüyorum. Satıcı kadın “30 liraya almadığına değmez, al tak kapına” diyor. Gülümseyerek talimatına uyuyor ve korkuluğu alıyorum. İçime baharı müjdeleyen bir mutluluk doğuyor.
Bit pazarlarından yapılan ilk alışveriş umudu çoğaltır. Burdan bir şey çıkmaz diye gezerken gördüğüm ilk güzel şey, pazarın geri kalanına dair motivasyonumu artırır. Gözlerim parlar, yüzüme kan gelir. Şimdi de korkulukla birlikte etrafa daha canlı bakmaya başlıyorum. Nitekim bakışlarım meyvesini veriyor. Bir ayakkabı tezgahında görüyorum onu. Minicik, kibar, kahverengi bir bootie. Kısa bir topuğu var ve deri. Numarasına bakıyorum, bingoo, benim numaram. Hemen denemek için davranıyorum. Sindrella’nın ayağına cuk diye oturan camdan ayakkabısı gibi oturuyor ayağıma. Ne şans! Satıcıya fiyatını sorduğumda aldığım cevapla pazara nazar değecek diye korkuyorum. 50 lira! Hemen heyecanla bez çantama yerleştiriyorum.
Pazar merdivenle çıkılan üst bölümde devam ediyor. Burada her şey yerlerde, tezgah yok. Kuşbakışı, hızlıca gezip tekrar aşağıya iniyorum. Son birkaç sokağı daha geçtikten sonra pazardan çıkmaya karar veriyorum ki bir çift beyaz kuğu biblosu bana gülümsüyor. Bir tanesinin gözü silinmiş ama olsun, keçeli kalemle bir göz yapıveririm. 30 liraya kuğuları alıyorum. Tahminimin aksine Ulus bit pazarı oldukça bereketli geçiyor. Üç güzel parçayla, yorgunluk çayımı içmek üzere Ulus çarşıya doğru yürüyorum.
Çay molasından sonra, aklımda Tanpınar’ın cümleleri, istikametim Hacı Bayram Camii ile Augustus Tapınağı. Bu iki yapının birbirine yaslanmışçasına bitişikliği dikkat çekici. Augustus Tapınağı MÖ 25-20 yıllarında son Galat hükümdarı Amintas'ın kızı Pilamenes tarafından, Roma imparatoru Augustus adına bir bağlılık nişanesi olarak yaptırılmış. Büyük yıkımlara maruz kalan yapıdan geriye yalnızca iki yan duvarı ile kenarları işlemeli olan kapı kısmı kalmış görünüyor. Bitişiğindeki Hacı Bayram Camii ise 1427-1428 yıllarında mimar Mehmet bey tarafından yapılmış. Cami adını bahçesindeki Hacı Bayram Türbesi’nden alıyor. Mihrap duvarına bitişik olan türbe 1429 yılında yapılmış. Yıllar içinde oldukça yıpranan cami, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından aslına uygun olarak restore edilmiş ve 2011 yılında ibadete açılmış.
Tanpınar da bu iki yapının birlikteliği karşısında şaşkınlığını gizlemiyor. Ancak bir yandan da bu türden kültürel karşılaşmalara vatanın hemen hemen her yerinde rastlanabileceğini söylüyor. Ona göre bütün Anadolu şehirleri gibi Ankara da farklı medeniyetlerden gelen unsurlarla birleşmiş, hemhal olmuş bir şehirdir. Türk velileri Roma taşlarıyla koyun koyuna yatmaktadır.
“Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Bu terkiplerin en manalısı İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarıyla yanıbaşındaki Hacı Bayram-ı Veli Camii’nin beraberce teşkil ettiği zıtlar mecmuasıdır. Bitmiş veya tam diyebileceğimiz hiçbir eser bu toprağın macerasını bu kadar güzel hulasa edemez. Hacı Bayram’ı Roma kartalının bu mermer yuvasında çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiin altındaki dar çile odasında geçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanıbaşında güneş vurdukça yaldızlı akislerle pırıldayan ve üstüne diz çöktüğü toprakta bir nevi iğva gizlenmiş duran bu taştan dünya, kendisininkinden büsbütün ayrı zaferleri terennüm eden bu iyi yontulmuş mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acaba onu rahatsız etmiyor muydu? Bu velinin rahmani rüyasına komşularının mağrur sükutundan sızan düşünce ve duyguları bilsek ne kadar iyi olacaktı.”
Şimdilik bir merak unsuru ve giz olarak kalan iki yapının sarmaş dolaşlığı, bana Ankara’nın katmanlarının çok derinlere indiğini gösteriyor. Gün geçtikçe bu katmanların zenginliği karşısında şaşırmaya ve artan bir keyifle hayretimin peşinden gitmeye devam ediyorum. Sırada bekleyen çok gizem, gezilecek-görülecek çok yapı, okunacak çok metin var. Sağlığım yettiğince Ankara’nın peşini bırakmayacağım.
Keyifle okudum. 🌻 Pazar günü Diyarbekir’de şehirdeki tek bit pazarına gidesim geldi. İyi Ankaralar, iyi çalışmalar.
Duygu Hanım, Ankara’ya 15 yıl sonra geri döndüm. Ve doğup büyüdüğüm şehri sizin detaylı anlatımınızla dinlemek çok ufuk açıcı oldu benim için. Bırakmış olduğunuz ekmek kırıntılarını takip ederek yolumu bulacağıma inanıyorum. Sevgiler.