Ankara şu sıralar yirminci yüzyıl Türk sanatının iki önemli isminin eserlerine ev sahipliği yapıyor. Birincisi Türk sanatının renklere sevdalı, aykırı ismi Fikret Muallâ. Muallâ’nın eserlerinden bir seçki Erimtan Müzesi’nde sergileniyor. Diğeri ise heykelleri ve desenleriyle mitolojiden günümüze uzanan hikayeler yaratan Ali Teoman Germaner, namı diğer Aloş. Aloş’un eserleri, Ankara’nın tek modern sanat müzesi Cermodern’de ziyaretçilerini bekliyor.
Fikret Muallâ’nın resimlerini ilk defa, bundan yirmi yıl kadar önce, İstanbul Modern’de gördüğümü hatırlıyorum. Renkleri çocuklar gibi özgürce kullandığı resimleri görür görmez çok sevdim. Morlar, sarılar, yeşiller, maviler öyle bir harmonia içindeydi ki insanda durmadan bakma, alıp evinin en güzel köşesine koyma isteği uyandırıyordu. Resimleri eve götüremeyeceğime göre müzenin mağazasından ayraçlarını almış, böylece hep benle olabilirler diye düşünmüştüm.
O yıllar aynı zamanda Hemingway’in Paris Bir Şenliktir’ini okuduğum, Yıldırım mahallesindeki odamda sanatın bu ilham verici başkentini hayal ettiğim yıllar. Sergiyle denk düşmüştü zira Fikret Muallâ Parisli bir ressam. Parisli dememin sebebi yaşamının büyük kısmını bu şehirde geçirmesinden. Ayrıca sanat ortamı tarafından tanınması ve kabul görmesi de Paris’te gerçekleşiyor. Yoksa İstanbul doğumlu, Saint Joseph ve Galatasaray Lisesi’nde öğrenim görüyor. Ancak Galatasaray Lisesi’ni yarıda bırakıyor, babası tarafından mühendislik okuması için İsviçre’ye gönderiliyor. Mühendisliği bir türlü sevemiyor, resim yapmak istiyor. Bu nedenle sanat eğitimi almak üzere Almanya’ya gidiyor. Münih’te ve Berlin’de sanatla örülecek yaşamının kapısı aralanmaya başlıyor.
İstanbul’a döndükten sonra pek tutunamıyor. Resimleri eleştiriliyor, beğenilmiyor. Geçirdiği buhranlar ve alkol bağımlılığı nedeniyle bir dönem Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatıyor. Burada Neyzen Tevfik ile aynı odayı paylaşıyor. 1938 yılında babası ölünce büyük bir mirasın sahibi oluyor ve Paris’e yerleşmeye karar veriyor. Paris’te bohem bir yaşam süren Fikret Muallâ, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla herkes gibi zor duruma düşüyor. Resimlerini yok pahasına satıyor. Alkol bağımlılığı giderek artıyor ve tekrar hastahaneye yatıyor. Resim yapmaya her durumda ve koşulda devam eden Fikret Muallâ sanatsever zenginler tarafından korunup kollanıyor. Bu sayede yaşamını sadece resim yaparak sürdürebiliyor.
Zihnin Sınırlarında Bir Rota: Fikret Muallâ sergisi Hancan Sanat Koleksiyonu’nda yer alan Fikret Muallâ eserlerini, Erimtan Müzesi ve Bor Sanat işbirliğiyle bir araya getiriyor. Küratörlüğünü Doç. Dr. Ebru Nalan Sülün’ün üstlendiği sergi Hancan Sanat Koleksiyonu’nda yer alan Fikret Muallâ eserlerinden bir seçki sunuyor. Sergide sanatçının farklı dönemlerine ait eskiz ve guaj çalışmaları yer alıyor. Erimtan Müzesi serginin amacını, “ressamın yakınlarının tarih anlatıcılığı ve eleştiri metinleri yoluyla hem geçmişi hatırlatmak hem de dönemsel bir analiz yapmak” olarak açıklıyor.
Fikret Muallâ resimlerinde çoğunlukla Paris’in gündelik yaşamını konu ediniyor. Paris’in kafeleri, lunaparkları, caz barları, sokakları resimlerinde rengarenk var oluyor. Döneminde etkilendiği ressamlar, akımlar olsa da kendine has üslubunu erkenden bulan ressam, agresif, huysuz kişiliğinin tersine resimlerinde yaşamın coşkusunu yansıtıyor. Sergide Muallâ’nın resimlerinin yanı sıra kendi yazdığı ve hakkında yazılan kitaplar bir camekan içinde sunuluyor. Fikret Muallâ’nın dili çok iyi kullandığını, hatta küfür ettiğinde dilde ustalaştığını, okumuştum ancak Schiller üzerine kitabı olduğunu yeni öğreniyorum. Yine ünlü yazarların, sanatçıların Muallâ’ya yazdığı mektuplardan, değerlendirme yazılarından bir seçkiyi duvar giydirme olarak sergi salonunda görüyorum. Serginin bir odası karanlık bırakılmış ve hakkında çıkan haberlerin ve yazıların yer aldığı dönemin gazeteleri lightbox olarak yerleştirilmiş. Gazetelerde neler yok ki. Semiha Berksoy’un Nazım Hikmet ve Fikret Muallâ ile mektuplaşmaları, Fikret Otyam’ın ressamla yaşadığı anılar… Hepsi de hazine değerinde. Bir sergiden daha aldığım notlarla, okunacak kitap listeleriyle ayrılıyorum. Eve gidince “Balon Satıcısı” ayracımı saklandığı yerden bulmaya karar veriyorum.


Gezdiğim ikinci sergi Cermodern’deki Aloş: Dün, Bugün, Yarın sergisi. Ali Teoman Germaner’in 1950’lerden günümüze uzanan çalışmalarını bir araya getiren sergi, Burak Fidan’ın küratörlüğünde gerçekleşiyor. Oldukça geniş bir mekanda Germaner’in heykelleri, resimleri, baskıları, Aloşnâme desenleri ve multimedya yerleştirmesi yer alıyor.
Ali Teoman Germaner 1934 İstanbul doğumlu. 1949 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'ne giriyor. İlk sergisini 1952 yılında Maya Sanat Galerisi’nde açan sanatçı, 1960 yılında Fransız hükümetinin bursuyla Paris'e gidiyor. 1961-1965 yılları arasında büyük ustalarla heykel ve gravür çalışıyor. Döndükten sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nde asistan olarak göreve başlıyor, 1976 yılında aynı kurumda profesör oluyor. Paris, Sao Pãulo ve İskenderiye Bienalleri’ne katılan sanatçının eserleri, aralarında Fransa, Norveç, Romanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin de bulunduğu pek çok ülkede izleyiciyle buluşuyor.
Sergide en dikkat çekici unsurun Aloş’un yarattığı mitlerle örülü dünya olduğunu düşünüyorum. Yılanlar, zümrüdü anka kuşları Aloş’un evreninde baş rolü oynuyor. Aloş’un Mısır, Mezopotamya, Orta Amerika mitolojilerinden çok etkilendiğini dolayısıyla bu mitolojilerin önemli figürlerini kendi görsel dilinde ifade ettiğini görüyoruz. Serginin rengi Aloş’un en çok kullandığı malzeme olan bronz. Bronz, Aloş’un ellerinde doğaüstü varlıkların muhteşem formlarına dönüşüyor. Heykellerindeki teknik beceri takdire şayan. Salonlar arasında keyifle dolaşıyorum.
Uzun zamandır bu derece yetkin bir sanatsal evrene girdiğimi hatırlamıyorum. Burada kürasyonun da etkisi büyük elbette. Küratör Burak Fidan Cermodern’in geniş alanını çok güzel kullanmış. İzleyiciyi yormayan, bilakis izleyicinin eserlerle baş başa kalmasına, Aloş’un hakim bronz atmosferinde bir süre gönüllü sürgüne gitmesine olanak veren bir sergi yaratmış. Gezerken şunu da düşündüm. Oturup belki dinlenmemiz, belki de eserleri uzaktan izlememiz için banklar var ama keşke durup düşünmek, heykellerle, desenlerle hemhal olmak için küçük köşeler de olsa. Çünkü ben hemen çıkmak istemiyorum, sırtımı yaslayıp Aloş’un evreninde biraz daha vakit geçirmek, belki yazmak istiyorum.


Sergide Aloş’un heykellerinin yanı sıra Aloşnâme adını verdiği desen dizisinden parçalar da var. Aloşnâme sanatçının 1970-1981 yılları arasında yaptığı desenlere verdiği isim. Formları bozulmuş kuşlar, yılanlar, atlar burada da karşımıza çıkıyor. Jung’un kollektif bilinçaltı dediği eski kültürlerin ortak mitlerinin varoluşumuzu şekillendirdiği düşüncesi Aloşnâme’de karşılık buluyor. Sanatçı kendi güncelinin içine çağlar ötesinden geleni yediriyor. Türkiye’nin 1980 darbesine giden süreçte yaşadığı siyasi ve toplumsal olayları, ölümleri, travmaları, sürgünleri desenlerinde gerçeküstü bir dünya kurarak anlatıyor.
“1970’lerden 80’lere uzanan süreçte, o yılları yaşamış herkesle, aynı olayları paylaştık. Benim payıma da aynı şeyler düştü, daha fazlası değil. Aloşnâme dizisi, o yılların ürünüdür. Bu diziye başladığım zaman bir tür görsel günce amaçlıyordum. Oysa zamanın akışı, getirdiği olaylar, benim çizim hızımdan çok fazlaydı, yetişemiyordum. 1980’de Şehir Galeri’sindeki sergimde bu desenleri gören bir izleyici kabuslar görüp görmediğimi merak etti. Görmediğimi anlattım, yaşamı seven bir adam olduğumu söyledim. Bakırköy’de çalışan bir hekim olduğunu sonradan öğrendiğim bu bay, ‘O zaman bu desenler nereden çıkıyor?’ deyince dayanamadım, ben de ona gazetelere bakıp bakmadığını sordum.”


Ahu Antmen’in Zamanların Belleği-Ali Teoman Germaner’in Yaşamı ve Sanatı kitabında yer alan Aloş’un sözleri izleyiciyi olan bitene ortak etme çabası da taşıyor. Desenlerdeki yaratıklar, cenaze törenleri, şenlikler toplumsal olanın yitip gitmiş uygarlık sonrası dünyadaki değişmeden kalan niteliklerine işaret ediyor. Serginin bir duvarını kaplayan Aloş’un Yedi Uyurlar efsanesine gönderme yapan şiirinin, her ne kadar 70’ler Türkiyesi içinde yazılmış olsa da, güncelliğini korumadığını söyleyebilir miyiz?
Ali Teoman Germaner zaman-ötesi desenleri ve heykelleriyle bizi içinde bulunduğumuz bu olağanüstü siyasal ve toplumsal koşullar hakkında düşünmeye davet ediyor. Bize de - eğer niyetimiz varsa- davete icabet etmek düşüyor.