Ankara’ya yerleşmeden çok önceki gelişlerimden birinde Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ne denk gelmiştim. Filmler Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda gösteriliyordu. Konur Sokak’taki otelimden çıkıp sinema gişesine gitmiş, son anda bir Afganistan filmine -ismini hatırlayamıyorum- bilet bulmuştum. Film, Afganistan’ın dağlarında yaşayan kadınların gelenek karşısında verdiği zorlu mücadeleyi anlatıyordu. Oldukça etkileyici bir filmdi. Ancak film dışında etkilendiğim bir şey daha oldu: Festival izleyicisinin sakin ve olgun hali. Sanki Ankara bir sinema şehriydi, sinema müdavimleri de filmleri ciddiyetle takip ederek şehrin hakkını veriyordu. Yerleştikten sonra da gözlemlerim aynı yönde. Önce Filmekimi, şimdi Ankara Film Festivali deneyimim, festival izleyicisinin sinefil bir kitle olduğunu doğrular nitelikte.
Ankara Film Festivali için Kızılay’ın yolunu tutuyorum. Yıllar sonra -yaklaşık on yıl- bir kez daha Büyülü Fener Sineması’ndayım. Filmin başlamasına yaklaşık bir saat olduğuna göre, kahve içmek için sinemanın karşı çaprazında yer alan Ade Miel Coffee Shop’a uğrayabilirim. Sonbahara göre hava ılık; dışarıda bir masaya oturuyor ve bir americano sipariş ediyorum. Etraftaki masalarda oturanlar da -genelde gençlerden oluşuyor- festival için gelmiş gibi görünüyor. Kahvemin tadını çıkarırken bir yandan da festival broşürünü inceliyorum. Festivalin doyurucu bir film seçkisi var. Çok sayıda nitelikli film izleyiciyi bekliyor. Bugün seyredeceğim filmin konusuna bir daha bakıyorum. Filmin adı Toksik, Litvanya yapımı. Senaryo yazarı ve yönetmen Saule Bliuvaite. Film 2024 Locarno Film Festivali’nde en iyi ilk film ödülünü almış. Kasvetli memleketlerinden çıkış yolu arayan iki genç kızın, daha iyi bir hayat vaadiyle yerel bir modellik okuluna yazılmalarını ve giderek tehlikeli sulara dalmalarını işliyor. Merakla beklediğim filmin saati yaklaşıyor, cafeden ayrılıp sinemaya doğru yürüyorum.
Sinemanın önü epeyce kalabalık, insanların yakalarında bir gün önce vefat eden festival başkanı İnci Demirkol’un siyah beyaz fotoğrafı asılı. Demirkol için düzenlenen törenden çıkanların gözleri yaşlı. Üzücü ve buruk dakikalar. Dostları, öğrencileri İnci Demirkol’un festival üzerinde emeğinin çok büyük olduğunu söylüyorlar. Zamansız ve büyük bir kayıp. Allah rahmet eylesin.
Filmi seyredeceğim salonun önüne doğru ilerliyorum ancak kapının açılması yarım saati buluyor. Tören bu salonda gerçekleştiğinden toparlanması zaman alıyor. Nihayet içeri giriyoruz ve salon tamamen doluyor. Yanımdaki koltuğa şık ve yaşlı bir hanım oturuyor. Filmi baştan sona arkasına yaslanmadan, pür dikkat izliyor. Tipik bir Ankara festival izleyicisi diye düşünüyorum. Filmi karanlık atmosferi, underground sahneleri ve muhteşem oyunculuklarıyla çok başarılı buluyorum. İlgisiz ebeveynler, ergenlik, çıkışsızlık bir arada çok iyi işlenmiş. Filmin etkisinde Büyülü Fener’den çıkıyorum.
Yemeği evde yiyeceğimden mekan aramıyor, birkaç kitapçı gezmek istiyorum. İlk durağım Konur Sokak No:17’deki İmge Kitabevi. Merdivenlerden 2. kata çıkıyorum ve kapıyı iterek açıyorum. İçerde sıcak bir atmosfer beni karşılıyor. Kitabevi dar bir mekana sahip olsa da kitap sayısı bakımından doyurucu görünüyor. Önce yeni çıkanlar bölümüne bakıyorum. Anı ve biyografi türünde çok sayıda kitap çıkmış. Bu kitaplardan Azra Erhat biyografisi dikkatimi çekiyor. Liz Behmoaras’ın Kırmızı Kedi Kitabevi’nden çıkan Küçük Dev Kadın: Azra kitabının sayfalarını karıştırıyorum. Azra Erhat deyince ilk aklıma gelen mavi yolculuk tutkusu ile Homeros sevdası oluyor. Erhat aynı zamanda genç Cumhuriyet’in aydın ve hümanist kimliğinin önde gelen isimlerinden biri. Behmoaras, Erhat’ın yaşamını roman tadında kaleme almış. Selanik’ten İstanbul’a, çocukluğundan akademik kariyerine, yazın dünyasından mavi yolculuklarına yaşamının her durağını hikayeleştirerek anlatmış. Kitabın tesadüfen açtığım sayfasında karşıma çıkan başlık beni gülümsetiyor. Azra Erhat’ın yaşamının bir kısmının Ankara’da geçtiğini bir yerlerde okumuştum ama detaylara hakim değilim. Şimdi bu başlık Erhat’ın Ankara’ya bağlılığını hissettiriyor bana. Kitabı yakın zamanda okunacaklar listeme yazıyorum.
İmge Kitabevi’nde cafe bölümü de bulunuyor. İçeride üç-dört masa, dışarıda biraz daha fazla masa var. Özellikle içerisi kitabını alıp okumak için çok uygun görünüyor. Bu arada kısık sesle çalan The White Stripes parçası da çok hoşuma gidiyor doğrusu. İmge Kitabevi bundan sonra Kızılay’daki uğrak noktalarımdan biri olacak gibi duruyor.
Konur Sokak’ta ilerliyorum. Seneler önce geldiğim sokağa benzemiyor burası. Şehirlerin kimliklerini kaybedip vasatlaşması karşısında öfkelenmemek elde değil. Dönerciler, kahveden bozma nargile cafeler, çin malı objelerin satıldığı kitsch dükkanlara bakmadan sokağı hızlı hızlı geçmeye çalışıyorum. Yüksel Caddesi’ne geldiğimde tam köşede Turhan Kitabevi’ni görüyorum. Önce dışardaki gazete- dergi standları dikkatimi çekiyor. Aklıma yıllar önce Taksim Sıraselviler’de gazete-dergi satan yer sergileri geliyor. Roll’un, E Dergisi’nin yeni sayılarını hep oradan edinirdik. Sergilerin arkasında İstanbul Şehir Tiyatroları’nın gişesi vardı. Aylık gideceğimiz oyunları işaretler, alırdık. Şimdi otel, baklavacı filan oldu oralar. Turhan Kitabevi’nin standları toz içinde, yeni sayıların yanında eski sayılar çoğunlukta. Sanki kimseler buraya bakmamış gibi. Şöyle bir göz gezdirip içeri giriyorum. Turhan Kitabevi kırtasiye kitabevi arası bir yer. Kitap seçkisi zayıf geliyor bana. Bir de daha çok üniversite ders kitapları var; İdare Hukuku, Borçlar Hukuku gibi kitaplar öne çıkıyor. Pek bana göre değil diye düşünüyorum.
Karanfil Sokak’a, Dost Kitabevi’ne doğru yürüyorum. Kitabevi’nin bulunduğu binada Sabahattin Ali ve ailesinin yaşadığını duvardaki levhadan öğreniyorum. Filiz Ali’nin Filiz Hiç Üzülmesin kitabında Karanfil Sokak’ta oturduklarını yazdığını okumuştum ancak apartmanın Dost Kitabevi’nin binası olduğunu bilmiyordum. Sevdiğim birçok yazarın yollarının Ankara’dan geçtiğini öğrenmek beni hem şaşırtıyor hem de sevindiriyor. Sabahattin Ali o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda hem çevirmen hem de Almanca çevirilerin editörü olarak çalışıyor. Düşün ve yazın dünyasının birçok ismiyle beraber günleri Ankara’da geçiyor. Filiz Ali o günlerden şöyle bahsediyor:
1940’lı yıllarda Ankara, Türkiye’nin kalburüstü bürokratları, bilim ve sanat adamlarının toplandığı yeni kurulmakta olan bir kent idi. Gündelik Ankara hayatı Yenişehir’de Karanfil Sokak, Konur Sokak, Selanik Caddesi, Sümer Sokak, Uçak Sokak ve o sıralarda yeni inşa edilmekte olan Bahçelievler ve Saraçoğlu mahallelerinde geçiyordu…Ankara, o zamanlar avuç içi kadar bir yer. Yenişehir’in can damarı Atatürk Bulvarı. Bulvarı bir baştan bir başa yürüdünüz mü sağa sola selam vermekten yorulursunuz. Herkes herkesi tanır. İşte o “herkes”, Sakarya Caddesi’ndeki Laz bakkaldan ya da Bulvar’daki Trakya mezecisinden alışveriş yapar; çocukları Pekpak Pastanesi’nin dondurmasına bayılır. Cumartesi günleri, Karanfil Sokak’ın tam karşısına düşen Ulus Sineması’nda Hollywood filmleri seyredilir…
Şimdilerde Kızılay’da kim kime dum duma. Belki belli mekanlarda bir araya geliyor insanlar ancak sokaklar birbirine yabancı kentlilerle dolu.
Dost Ankara’nın en eski kitabevlerinden, tam kırk yedi yıllık. Son geldiğimden beri de mekanını genişletmiş, arkaya doğru uzanıyor. Kelepir bölümü hep var mıydı hatırlamıyorum ama şu anda mevcut. Dergi seçkisi fena değil, kitap seçkisi ise oldukça zengin. Kitaplar ayrıntılı başlıklarda kategorilere ayrılmış. Bir süre seyahat kitaplarını, kent rehberlerini inceliyorum. Lavarla’nın Ankara Keşif Haritası Pusula 2’yi alıyorum ki bu pusula bir sonraki yazının konusu olacak. Pusula 1’i nereden bulurum bilmiyorum ama onu da mutlaka edinmeliyim diye düşünüyorum. Tam çıkacakken Arkadaş Kitabevi’nin aylık çıkardığını öğrendiğim ücretsiz Ankara Kasım ayı etkinlik bültenini çantama atıyorum. Ankara okudukça insanı içine çeken kalın bir kitaba benziyor. Benim payıma da bu kitabı acele etmeden, sabırla okumak düşüyor.